Federico Fellini, sinemanın en özgün seslerinden biriydi. İtalya'nın post-ikinci dünya savaşı sinemasında gerçekçilik akımının aksine, o, dış dünyayı değil, iç dünyayı anlatmaya çalıştı. Rüyaları, gösterileri ve kendi yaşamını sinemaya dönüştürerek, izleyicileri yalnızca bir hikâyeye değil, bir ruh hâline götürdü. 1960’ların başında, La Dolce Vita ile Roma’yı bir tören haline getirdi. Bir kralın kıyafetleri olmadan hüküm sürdüğü bir şehirde, kahraman Marcello, zenginlik, seks ve şöhretin ardından yalnızlıkla karşılaşıyordu. Fellini, bu sahneleri sadece göstermekle kalmadı; onları bir aynaya dönüştürdü. İzleyici, kahramanın kırılganlığını görüyor, ama aynı zamanda kendi içsel boşluğunu da görüyor.
Rüyalar: Gerçekliğin Ötesindeki Gerçek
Bir rüyada, Guido bir trafik kazaında boğuluyor. Araçlar ona doğru yaklaşıyor, hiçbir yerde kaçış yok. Bu, onun yaratıcılığının tıkanmış olduğunu, toplumun gözlerinden korktuğunu gösteriyor. Başka bir rüyada, yüzlerce kadın onu çevreliyor. Hepsi ona ait, onun için var. Ama bu harem, onun suçluluk hissini yansıtır. Kadınları, yalnızca birer nesne olarak görür. Bu rüya, onun kendi içsel çelişkisini açığa çıkarır: Sevmek ister, ama gerçek bağ kurmak istemez.
Fellini, Katolik büyümüş bir çocuktur. Rüyalarında, kilisenin gölgeleri her yerdedir. La Dolce Vita'da bir ders sahnesinde, Jesus’in resmi öğrencilerin üzerine bakar. Dersin konusu dini değerlerin çöküşüdür. Fellini, bu resmi koyar çünkü inancı, ahlaki kuralları, toplumun hafızasından silinmeye başladığını hisseder. Rüyaları, onun için sadece hayal değil, bir tür vicdan sesiydi.
Gösteri: Şehrin Kalbi, Bir Döngü
Fellini, gösteriyi bir estetik olarak değil, bir felsefe olarak kullandı. La Dolce Vita'daki bir partide, 127 yardımcı oyuncu, 3 kamera ekibi ve 14 gün süreyle çekim yapıldı. Bu sahne, bir gece hayatı değil, bir kıyamet günü gibidir. İnsanlar dans ediyor, içiyor, konuşuyor ama kimse birbirine değil, kendi iç dünyasına bakıyor. Fellini, bu sahneleri yaparken, şöhretin nasıl bir yalan olduğunu gösteriyordu.
Roma (1972) filminde, 300 modelin katıldığı bir moda gösterisi var. Bu gösteri, 250.000 dolarlık bir bütçeyle çekildi. Ama bu, bir moda gösterisi değil, bir sitemdi. Moda dünyası, toplumun değerlerini nasıl değiştirdiğini gösteriyor. Her kıyafet, bir ruh halidir. Her adım, bir korkudur. Fellini, burada bir şeyi açıklıyor: Toplum, artık inançlarla değil, görünümlerle yaşıyor.
Bu gösteriler, hiçbir zaman süsleme değildir. Her biri bir sorgulamadır. Fellini, Antonioni gibi sessiz, soğuk şehirleri değil, gürültülü, renkli, aşırı dolu şehirleri seçti. Çünkü o, modern insanın içini anlamak için, dışarıya bakmak zorunda olduğunu biliyordu. Gösteri, onun için bir ayna, bir döngü, bir kahramanın içini yansıtan bir çukurdu.
Kendini Portre Etme: Marcello Mastroianni, Fellini'nin Yansıması
Fellini, kendi yaşamını sinemaya taşımıştır. En çok kullandığı aktör, Marcello Mastroianni’dı. Mastroianni, sadece bir oyuncu değildi. O, Fellini’nin kendi ruhunun sesiydi. I Vitelloni (1953) filminde, Moraldo adlı karakter, küçük bir kasabadan ayrılır. Kimse ona nereye gittiğini sormaz. O da cevap vermez. Sadece, “Bilmiyorum” der. Bu cümle, Fellini’nin tüm filmlerinin temelidir.
8½’da Guido Anselmi, bir yönetmenin yaratıcı çöküşünü yaşar. O, bir film yapmak istiyor ama hiçbir şey bulamıyor. Bu, Fellini’nin kendi yaşadığı krizdi. La Dolce Vita büyük bir başarıydı ama eleştirmenler onu “aşırı” diye eleştirdi. Fellini, bu eleştirilerden sonra içine kapanmıştı. Guido’nun hikayesi, onun kendi hikayesiydi.
Fellini, bu karakterleri sadece kendi hikayesini anlatmak için değil, insanın sürekli arayış halinde olduğunu göstermek için kullandı. Guido, her şeyi istiyor. Ama ne istediğini bilmiyor. Kadınları, şöhreti, yaratıcılığı, tanrıyı… Hepsi bir arada. Ama içinden bir şey yok. Bu, Fellini’nin en derin teziydi: Modern insan, her şeyi elde edebiliyor ama kendini kaybediyor.
Eleştiri ve Kalıtım: Rüyaların Hâlâ Geçerliliği
Fellini’nin çalışmaları, günümüzde bile tartışılıyor. Bazıları onu sinemanın en büyük sanatçıları arasında görüyor. Bazıları ise, kadınları sadece nesne olarak gösterdiğini söylüyor. Frieze Magazine’in 2020’deki analizinde, Fellini’nin kadın karakterlerini “kendinden üstün” olarak çizdiği, onların iç dünyalarını asla tam olarak anlamadığı belirtiliyor. Guido, kadınları sevmek istiyor ama onları anlamak istemiyor. Bu, Fellini’nin en büyük çelişkisiydi.
Ama bu çelişki, onun gerçekliğini de oluşturuyor. O, kusurlu bir insandı. Ve kusurlu insanlar, en güçlü hikâyeleri anlatır. 2023’te, 8½ filmi, Cinecittà Studios tarafından 450.000 euro harcayarak yeniden restore edildi. 27 ülkede gösterildi. İnsanlar hâlâ izliyor. Çünkü rüyalar, hâlâ var. Gösteriler, hâlâ devam ediyor. Ve herkes, kendi Guido’sunu buluyor.
İtalya’dan Japonya’ya, ABD’den Türkiye’ye, Fellini’nin izi her yerde. Terry Gilliam, Paolo Sorrentino, Almodóvar… Hepsi ondan etkilendi. Çünkü o, sinemayı sadece bir hikâye anlatma aracı olarak değil, bir ruhun kendi kendini sorgulama aracı olarak kullandı. Rüyalar, gösteriler, kendini portre etme… Bunlar, sadece Fellini’nin temaları değil, insanlığın hep aynı sorularıydı: Kimim? Ne istiyorum? Nereye gidiyorum?
Çalışmalar ve Etki: Bir Yüzyıl Sonra Hâlâ Sesli
2018’den 2023’e kadar, Fellini üzerine 147 akademik makale yayınlandı. MLA International Bibliography bu veriyi kaydetti. Bu, onun sadece bir sinema sanatçısı olmadığını, bir kültür figürü olduğunu gösteriyor. BFI (British Film Institute) 2012’de yaptığı bir ankette, 8½ tüm zamanların en iyi 10. filmi olarak seçildi. La Dolce Vita ise 24. sırada.
Fellini, Roma’yı bir şehir olarak değil, bir ruh hali olarak çizdi. Her sokak, bir düşünceydi. Her ışık, bir duyguydu. Her kadın, bir arayıştı. Bugün, biri Roma’dan geçerken, bir kahve bardağına bakar ve bir rüya gördüğünü düşünür. O, Fellini’nin mirasının en küçük, ama en güçlü parçasıdır.
Bir yorum Yaz